28 Eylül 2012 Cuma

“Deli Boran”ın “Garip” oğluna



Burada doğmayanların çok zor anlayacağı bir duygu bu. “Aynı göğün ezgisi” demiş ya şair, aynı göğün altında yedi notayı yetmiş bin duyguya üleştirenleri aynı yürek atışlarıyla duyumsamak için bir yamaçtaki bir taşa, ıssız tepeyi tek başına gözleyen ulu bir çınara, ufuk çizgisindeki maviliğe ve ille de insanın gülüşüne aşık olmak gerek. Aşkı anlatabilmek için de ozan olmak gerek. Öyle ki ozan olabilen; dinleyenin yüreğinden bile kıskandırır ezgisini.

Türküler, bir başka iç yanmasıyla, bir tuhaf coşkuyla duyulabilmek için korna seslerinin, haber bültenlerinin, çarkın dişlilerinin uğultusundan sıyrılmamızı ister. Kibirden, alınganlıklardan, fesatlıklardan uzaklaşmamızı ister.

Ve ozan, aslında erdemini yaratan mahcubiyetine ortak bulabildiği ve dünyanın derdine kafa yorabildiği ölçüde ozandır. Tabii  mahcubiyetten kasıt, kalabalık bir otobüste çalma listesi bir türküyü gösterince sesi dışarı sızdıran kulaklığın ayarlarıyla oynamak değil… Yanlış anlaşılmasın… Zira türkülerin boyu bir tek kendini turist gibi dinleyene erişmez.

19 Ağustos 2012 Pazar

Anlamasan da çok sevmişsin

Hangi dilde söylediği bilinmiyor. Sözlüklerde yapılan küçük araştırmalar da bir işe yaramıyor. Zira pek çok kişinin sözlerini bilmeden şarkıyı hissettiği ortaya çıkıyor. O zaman görülüyor ki böyle şarkılar hem daha fazla emek istiyor, hem de daha empatik.
Yani ses ve söz uyumu o kadar güzel ki boşluksuz dinliyorsun ve o aralarda sözleri istediğin gibi hayal edebiliyorsun. Bazen kırık dökük bir şiir dizesi geliyor aklına, onunla tamamlıyorsun. Bazen kendi sözlerine çeviriyorsun o bilmediğin dili. Müzisyene değil belki ama şarkıya ne istiyorsan onu söyletiyorsun. Özgürce... İster sitemkar dizeler, ister isyanlar, ister övgüler, ister çığlıklar kendi düşüncelerine şarkıyla eşlik ediyorsun. Bisiklet son sürat gidiyor, sen düşüncelerinle pedal çevirmesen de ritm yokuşundan hızla inecek zaten... Yine de senin şarkın oluvermiş günlerdir. Anlamasan da çok sevmişsin. Anlayamasan da çok sevmişsin. Anlamasan da, anlayamasan da anlamlandırmışsın. O yüzden illa her zaman anlaşılmak ve herşeyi anlamak isteyenlere daha çok kızıyorsun. İşte burada empati yapamıyorsun... Çünkü bazen bir insan bir şarkı kadar olamıyor...

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Kapı Duvar

Duvarı biliyorum. Defalarca tükürülmüş suratına, defalarca posta konmuş, defalarca yumruklanmış, deseni çentikler olmuş. Ağlanmış karşısında, haykırılmış. Mesai kaygısı olmayanlar tarafından kaygılı mesajlar yazılmış üstüne. Bazı duvarlar, dibinde gamdan çökenlerin gözyaşlarının neminden çökerken bazıları ağaçlar gibi ayakta ölmüş.  Bazıları ise kalmış bugüne dek, eskiden de aşık olan, heyecanlanan, öfkelenen, nefret eden, savaşan, deliren, ağlayan, gülen, korkan, kızan, merak eden, umursamayanların olduğunu hatırlatmak için... Harcını karanların, taşını taşıyanların akşamüstü serinliğindeki çay özleminden, eve götürülecek ekmeğin buğusundan habersiz yükselmiş duvarlar. Ekmeği, adaleti ve mutluluğu özlemeyelim diye bilerek yükseltilmiş bazıları ise, zulüm olmuş adı. Duvarlar ne kendini var edene, ne dibinde derdini dökene vefa göstermiş, gölgeleri sır olmuş, sadece güneşin bilebileği...

SAKLA

ne gül, ne yarın!
gül,
küle karılmış günlerin tortusunda
yarın,
vurulmuş yatıyor bugünün avlusunda

sakla yamalarını kalbinin...

22 Temmuz 2012 Pazar

'Gizli özne'ye

Özne olmak zordur...

Çünkü özne olmanın bedeli acıtan, örseleyen, hırpalayan yüklemlerdir.

Birileri "birey olma" tartışmalarıyla komünal bir egoizm (!) yaratarak kendi şizofrenik dünyalarında zaafları ile harmanlanırken, özne olabilen her şeyini gerçekten ama her şeyini verir. Herkes aynı anda gülümseyebilsin diye... Özü dışında.

"Acıyı bal eyleyenlerin" bir bildiği vardır... Bu iğrenç denklemde rakam olmayacağını haykıran, "Al beni sıfırla çarp" diyenler haybeye sıfırı tüketmezler.

Bölüp çarpıp yönetme gayesindekilerin karşısında ömrünü ortaya koyarak, "Sen yoksan bir eksiğiz" sözünün mütevazılığında toplananlar özne olabilenlerdir.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Her göçen yalnızdır...

Bir Robert Capa fotoğrafı
Herkes onu dünyanın en ünlü savaş fotoğrafçısı olarak bilir. Ben de öyle bilirim ama bilmekle hissetmek farklıdır ya bazen. Kuru maceracılığa kapılmadan, henüz 41 yaşında Vietnam'da bir mayına basarak hayatının sonlanabileceği ihtimaline rağmen deklanşöre basabilmek, savaşı yaşayan insan yüzlerini gayri resmi tarih yazımının yazısız kanıtları haline getirecek kadar hayatı damıtabilmek sadece saygı duyup geçilecek bir uğraş değildir elbet. 

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Merhaba Keko, ne çabuk unutulmuşsun *

Ben bu satırları yazarken Keko, sen çoktan artık manşetlerden iç sayfalara geçmiş, hatta iki satır bile yazılmıyor olacaksın.

Sen bu satırları okur musun bilmiyorum Keko, ama diyelim ki okuyacaksın, sen bu satırları okurken Türkiye’nin belleğinden çoktan çıkmış olacaksın...

Ders başı yapmışsın, seni Beşiktaşlı yapamamışlar da sen aslında Galatasaraylıymışsın Keko. Siyasilerin yoğun ilgisinden bunaldığında arkadaşlarınla oyun oynuyormuşsun. Sonra Almanya’dan dönen baban tesellin olmuş, diyormuş ki “Devlet iş verirse Almanya’ya dönmeyeceğim”...
Fark ettin mi Keko, anneni arayan bebe adımlarının sesleri, incecik sesindeki sağır edici çığlık ne çabuk karışmış kayıplara...

"Yaşama dair fısıldamalar" *

Bir yanıyla biriktirdiklerimi bitirmemek için, bir yanıyla da bitirmem gerekenleri biriktirmemek için yazıyorum.

İnsan beyninin saydam, yalın, arınmış olduğunu varsayarak yazıyorum. Varsayarak yaşadığımız gibi...

Belki de bazen "Eh yaşıyoruz işte", bazen de "Yaşamak güzel şey be kardeşim" diyebilmek için, ilki daha çok olsa da "olsun varsın" diyebilmek için yaşıyorum.

Usta bir şiiri dost kahvesi içercesine okuyabilmek için, gri bulvarlardan rengarenk şarkılarla yürüyebilmek için, yok sayılanların hesabına öfke dolu, sunturlu bir çentik daha atabilmek için, yok sayan "güçlü"lerin donuk gözlerine tam onikiden bakabilmek için, hayata dair söylenmiş sözlerin altı milyarda biri olabilmek için yazıyorum.