Burada doğmayanların çok zor anlayacağı bir duygu bu. “Aynı göğün
ezgisi” demiş ya şair, aynı göğün altında yedi notayı yetmiş bin duyguya
üleştirenleri aynı yürek atışlarıyla duyumsamak için bir yamaçtaki bir taşa,
ıssız tepeyi tek başına gözleyen ulu bir çınara, ufuk çizgisindeki maviliğe ve
ille de insanın gülüşüne aşık olmak gerek. Aşkı anlatabilmek için de ozan olmak
gerek. Öyle ki ozan olabilen; dinleyenin yüreğinden bile kıskandırır ezgisini.
Türküler, bir başka iç yanmasıyla, bir tuhaf coşkuyla duyulabilmek
için korna seslerinin, haber bültenlerinin, çarkın dişlilerinin uğultusundan
sıyrılmamızı ister. Kibirden, alınganlıklardan, fesatlıklardan uzaklaşmamızı
ister.
Ve ozan, aslında erdemini yaratan mahcubiyetine ortak
bulabildiği ve dünyanın derdine kafa yorabildiği ölçüde ozandır. Tabii mahcubiyetten kasıt, kalabalık bir otobüste
çalma listesi bir türküyü gösterince sesi dışarı sızdıran kulaklığın
ayarlarıyla oynamak değil… Yanlış anlaşılmasın… Zira türkülerin boyu bir tek
kendini turist gibi dinleyene erişmez.