18 Temmuz 2012 Çarşamba

Merhaba Keko, ne çabuk unutulmuşsun *

Ben bu satırları yazarken Keko, sen çoktan artık manşetlerden iç sayfalara geçmiş, hatta iki satır bile yazılmıyor olacaksın.

Sen bu satırları okur musun bilmiyorum Keko, ama diyelim ki okuyacaksın, sen bu satırları okurken Türkiye’nin belleğinden çoktan çıkmış olacaksın...

Ders başı yapmışsın, seni Beşiktaşlı yapamamışlar da sen aslında Galatasaraylıymışsın Keko. Siyasilerin yoğun ilgisinden bunaldığında arkadaşlarınla oyun oynuyormuşsun. Sonra Almanya’dan dönen baban tesellin olmuş, diyormuş ki “Devlet iş verirse Almanya’ya dönmeyeceğim”...
Fark ettin mi Keko, anneni arayan bebe adımlarının sesleri, incecik sesindeki sağır edici çığlık ne çabuk karışmış kayıplara...


Sen Keko, yalnız odalarda kerpiç duvarlara bakarken, kravatlı amcalarının rüyalarına bile giremeyeceksin biliyor musun? Senin baktığın duvarlara, Elazığ’dan çook uzaklarda Balıkesir Dursunbey’de genç bir kadın da bakıyor olacak. Hayatı ağır yaralı, senin anneciğini olduğu gibi onun eşi de kömürün karasına dalmış bir daha çıkamamış Keko. Madencinin göçükten sağ çıkmayı başarmış arkadaşlarını da arabalı vapur boğmuş biliyor musun? Hastaneye gitmek için arabalı vapura binmeleri gerekmiş ama o başını okşayan amcalarının “hamili kart yakınları” 55 lira istemiş Keko. Ambulans şoföründe bile para olmadığı için işçilerin yarası daha çok kanamış. Senin köyündeki sıkılınca oyun oynayamayacağın, çoktan gitmiş arkadaşların gibi...

Senin baktığın duvarlara Keko, İstanbul’un yoksul bir mahallesinde sekiz tane anne bakıyor. Güldane, Naciye, Nebahat, Bircan, Nuriye, Fikriye, Altun ve Özlem ablalarının tekstil fabrikasına yük minibüsünde istiflenerek taşındıkları için 9 Eylül sabahı sel sularında boğulan evlatlarını özlüyorlar Keko.

“Merak etme” diyeyim Keko, zaten büyüdükçe merak etmene bile gerek kalmayacak ama sorumluları salıvermişler, yoksul aileleri de kan parasına razı olmak zorunda kalmış ağıt bakışlı kardeşim... Bu arada bir hayırsever teselli olsun diye o ablalarından birinin ailesine koltuk takımıyla dolap alırken, fabrikanın sahibi de “Adını henüz koymadık ama onlar bizim insanlarımız. Ailelerine sahip çıkacağız” demiş Keko. Aynı senin gibi... Sahip çıkılması değil ama adını koyamamaları aynı senin gibi...

Yani diyeceğim o ki Keko, sen popüler bir acı olarak manşetlerde nesneleştirilirken objektiflerin aradığı deprem simgesi olmuşsun. Adın, çocukluğun, masumiyetin, yoksulluğun, sicim gibi gözyaşların tam da istenen malzemeler. Gündelik bir öykü için gayet “prezantabl” acıların vardı ki sen seçildin...

Herkesin 15 dakikalığına ünlü olabileceği bir globalll, küreselll ve de serbest piyasa mekanizmasının tıkır tıkır, şıkır şıkır, kıtır kıtır işlediği bir dünyada sen bir haftayla rekor kırdın. O küçücük bacaklarını ısıtamayacak pantolonunun altından çıkan eski eşofmanın, ayakkabıların ve üç numaraya vurulmuş saçlarınla boy boy çıktı fotoğrafların.

Sonra Keko, fotoğraflarının altında sana dilenen özürler eşliğinde bir şey daha oldu. Kerpiç evleriniz yıkılırken, suç da evlerinize yıkıldı. Depremin şiddeti bunu görebilenlerin öfkesi yanında hiç kaldı. “Sesimi duyan var mı?” diyenlerin sesine “viranende feryat olanlar” Keko, inanmadı söylenenlere.

Onlar seni rüyalarında görmeye devam etti canım kardeşim, gerçeği anlamasınlar diye seni ağlatanlara, senin gözyaşlarını magazinleştirenlere inat... Yere devirdiğin gözlerinin içine bakabilmek için yattılar uykuya. Sonra gözlerin 17 madencinin kara, kapkara yüzünde ışıldadı. Tekstil işçisi ablalarının sabah mahmurluğu oldu. Sonra kömürün kararttığı yüzler sel sularıyla ıslandı Keko. Sana ağlamayı, seni anlamayı bilenler Keko, onları da unutmadı. Mağdur olanların mağrur bakışlarını onlar gördü, yıkığın, göçüğün ve çamurlu suların altında saklananları, hem suçluları, hem güçlüleri gördü Keko. Canım kardeşim...

* Bu da 16 Mart 2010 tarihli eski bir yazıdır. Keko'nun nasıl unutulduğuna tanıktır...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder