Ben bu satırları yazarken Keko, sen çoktan artık manşetlerden iç sayfalara geçmiş, hatta iki satır bile yazılmıyor olacaksın.
Sen bu satırları okur musun bilmiyorum Keko, ama diyelim ki okuyacaksın,
sen bu satırları okurken Türkiye’nin belleğinden çoktan çıkmış
olacaksın...
Ders başı yapmışsın, seni Beşiktaşlı yapamamışlar da sen aslında
Galatasaraylıymışsın Keko. Siyasilerin yoğun ilgisinden bunaldığında
arkadaşlarınla oyun oynuyormuşsun. Sonra Almanya’dan dönen baban
tesellin olmuş, diyormuş ki “Devlet iş verirse Almanya’ya
dönmeyeceğim”...
Fark ettin mi Keko, anneni arayan bebe adımlarının sesleri, incecik sesindeki sağır edici çığlık ne çabuk karışmış kayıplara...
Sen Keko, yalnız odalarda kerpiç duvarlara bakarken, kravatlı
amcalarının rüyalarına bile giremeyeceksin biliyor musun? Senin baktığın
duvarlara, Elazığ’dan çook uzaklarda Balıkesir Dursunbey’de genç bir
kadın da bakıyor olacak. Hayatı ağır yaralı, senin anneciğini olduğu
gibi onun eşi de kömürün karasına dalmış bir daha çıkamamış Keko.
Madencinin göçükten sağ çıkmayı başarmış arkadaşlarını da arabalı vapur
boğmuş biliyor musun? Hastaneye gitmek için arabalı vapura binmeleri
gerekmiş ama o başını okşayan amcalarının “hamili kart yakınları” 55
lira istemiş Keko. Ambulans şoföründe bile para olmadığı için işçilerin
yarası daha çok kanamış. Senin köyündeki sıkılınca oyun oynayamayacağın,
çoktan gitmiş arkadaşların gibi...
Senin baktığın duvarlara Keko, İstanbul’un yoksul bir mahallesinde sekiz
tane anne bakıyor. Güldane, Naciye, Nebahat, Bircan, Nuriye, Fikriye,
Altun ve Özlem ablalarının tekstil fabrikasına yük minibüsünde
istiflenerek taşındıkları için 9 Eylül sabahı sel sularında boğulan
evlatlarını özlüyorlar Keko.
“Merak etme” diyeyim Keko, zaten büyüdükçe merak etmene bile gerek
kalmayacak ama sorumluları salıvermişler, yoksul aileleri de kan
parasına razı olmak zorunda kalmış ağıt bakışlı kardeşim... Bu arada bir
hayırsever teselli olsun diye o ablalarından birinin ailesine koltuk
takımıyla dolap alırken, fabrikanın sahibi de “Adını henüz koymadık ama
onlar bizim insanlarımız. Ailelerine sahip çıkacağız” demiş Keko. Aynı
senin gibi... Sahip çıkılması değil ama adını koyamamaları aynı senin
gibi...
Yani diyeceğim o ki Keko, sen popüler bir acı olarak manşetlerde
nesneleştirilirken objektiflerin aradığı deprem simgesi olmuşsun. Adın,
çocukluğun, masumiyetin, yoksulluğun, sicim gibi gözyaşların tam da
istenen malzemeler. Gündelik bir öykü için gayet “prezantabl” acıların
vardı ki sen seçildin...
Herkesin 15 dakikalığına ünlü olabileceği bir globalll, küreselll ve de
serbest piyasa mekanizmasının tıkır tıkır, şıkır şıkır, kıtır kıtır
işlediği bir dünyada sen bir haftayla rekor kırdın. O küçücük
bacaklarını ısıtamayacak pantolonunun altından çıkan eski eşofmanın,
ayakkabıların ve üç numaraya vurulmuş saçlarınla boy boy çıktı
fotoğrafların.
Sonra Keko, fotoğraflarının altında sana dilenen özürler eşliğinde bir
şey daha oldu. Kerpiç evleriniz yıkılırken, suç da evlerinize yıkıldı.
Depremin şiddeti bunu görebilenlerin öfkesi yanında hiç kaldı. “Sesimi
duyan var mı?” diyenlerin sesine “viranende feryat olanlar” Keko,
inanmadı söylenenlere.
Onlar seni rüyalarında görmeye devam etti canım kardeşim, gerçeği
anlamasınlar diye seni ağlatanlara, senin gözyaşlarını
magazinleştirenlere inat... Yere devirdiğin gözlerinin içine bakabilmek
için yattılar uykuya. Sonra gözlerin 17 madencinin kara, kapkara yüzünde
ışıldadı. Tekstil işçisi ablalarının sabah mahmurluğu oldu. Sonra
kömürün kararttığı yüzler sel sularıyla ıslandı Keko. Sana ağlamayı,
seni anlamayı bilenler Keko, onları da unutmadı. Mağdur olanların mağrur
bakışlarını onlar gördü, yıkığın, göçüğün ve çamurlu suların altında
saklananları, hem suçluları, hem güçlüleri gördü Keko. Canım kardeşim...
* Bu da 16 Mart 2010 tarihli eski bir yazıdır. Keko'nun nasıl unutulduğuna tanıktır...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder