24 Mayıs 2016 Salı

İnceden

Gündelik yaşamın bazı ayrıntıları vardır. O meşhur şiirin, o vurucu dizelerini değiştirme isteği verir. “Ah, birilerinin de vakti var/ Durup ince şeyleri anlamaya”* demek ister insan.

Bu naifliklerin nerede karşımıza çıkacağı belli olmaz. Kim yaptıysa hemen kopya çekmek isteriz ki; böyle kopyacılığa can feda!

Banka kuyruğunda kendinden sonra gelen ancak ayakta bekleyemeyecek insanlar için de bir sıra fişi fazla almak…

Son dönemin meşhur çıkartmalarını bir ilkokulun yan tarafına çaktırmadan bırakmak ve gülümseyerek onu ilk bulan çocuğun sevincini hayal etmek…

Otobüse, vapura filan binerken bebek arabasını tek başına taşıyan anneyi göz hapsine alarak ilk el atan olmak…

Bazen mahallenin delisi olmak pahasına bildiğini okumak… Ama ne yalan söyleyelim, o bildiğini biraz da tersten okumak…

Geride engelli bir insan dururken asansöre saldıranlara “cık cık” çekmekle yetinmeyip, “Belki sadece bu tepkiden çekindikleri için bir daha yapmazlar” diyerek ‘bodyguard’ gibi ortaya atılmak…

Muhtemelen kendi de zamanın behrinde öyle bir iş yaptığı için, kendine verilen her el ilanını almak, uzaktaysa kalecileri aratmayan bir çeviklikle atlayıp ilan dağıtanı şaşırtmak…

Kedi-köpek kavgası ayırmaktan arkadaş barıştırmak için türlü tuzaklar hazırlamaya kadar “maydanozluğu” bir yaşam tarzı haline getirmek…

Yaşlı komşunun kapıya çıkardığı çöpü sessiz sedasız aşırmak…

Bunlar ve yüzlerce türevi, çoğumuzun kopya çektiği küçük mutluluk nedenleri değil mi?

Vicdana fön çekmek değil kastım. Bırakalım onu siyasetçiler yapsın. Ben beş dakika sonra kendimizin de unuttuğu hafifleten naifliklerden bahsediyorum… İnsan olduğumuzu, bir yürek taşıdığımızı hissettiren bir tatlı esintiden…

Bir defasında Karşıyaka Çarşı’da o berbat müzik aletiyle Ahmet Kaya şarkısı çalan bir çocuk görmüştüm. Hani o org ile flüt arasında olan, sanki enstrümanın burnu tıkanmış gibi ses çıkaran plastik aletler var ya... 13-14 yaşlarında bir kız çocuğu yaklaşıp, bizim ‘çeyrek sanatçının’ oturduğu kartonun yanına gıcır gıcır bir mızıka bırakmıştı. İnsanın nasıl içi gitmesin!

Birinde de hastaneye habere gitmiştim. 40 yaşında görünüp 10 yaş haliyle konuşan adamlar vardır ya; öyle bir adam asansörlerin orada başka birini ikna etmeye çalışıyordu: “Abi vallahi de billahi de fıkraları anlatmadan geri gitmem. Cavit Amca’yı benden iyi mi bilecen? Bir sürü Laz fıkrası ezberledim. Ben anlatayım bak, göreceksin her dediğinizi yapacak.”

Sonra ayağı kırık bir güvercini, çocuğunu taşır gibi gözleri dolarak –büyük ihtimal- veterinere taşıyan bir kadın…

Bunlara benzer pek çok tanıklık, içimizden beceriksiz şiirler yazmamızı sağlamıyor mu gerçekten? “Keşke yazabilseydim de, bu kadar çaresiz kalmasaydım” diyerek bir iç çektirmiyor mu?

Bu fotoğrafta anlatılan da, öyle bir çaresiz şiir işte. Yazılmamış. Yazılamamış. Kilise Sokağı’nın kaldırımında yürüyen bir dalgın, başını penceresinin demirlerine çarpmasın diye, o demire minik bir yastık yapmayı kim akıl edebilir ki?

Bence hala dünyadan umudu olanlar. “Şu mavi gezegen dönüp duruyorsa belki de sizin yüzü suyu hürmetinize” dedirtenler…

* “Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya”
Gülten Akın/ İlkyaz






1 yorum:

  1. Burcu ne güzel yazmışsın gözlerim doldu okurken :) küçük şeyler nasıl mutlu ediyor insanı.. bazen yavaşlamalı, düşünmeli, böyle incelikler için vakit ayırmalı gerçekten. sağol hatırlattığın için..

    YanıtlaSil