Gündelik
yaşamın bazı ayrıntıları vardır. O meşhur şiirin, o vurucu dizelerini
değiştirme isteği verir. “Ah, birilerinin de vakti var/ Durup ince şeyleri anlamaya”*
demek ister insan.
Bu
naifliklerin nerede karşımıza çıkacağı belli olmaz. Kim yaptıysa hemen kopya
çekmek isteriz ki; böyle kopyacılığa can feda!
Banka
kuyruğunda kendinden sonra gelen ancak ayakta bekleyemeyecek insanlar için de
bir sıra fişi fazla almak…
Son
dönemin meşhur çıkartmalarını bir ilkokulun yan tarafına çaktırmadan bırakmak
ve gülümseyerek onu ilk bulan çocuğun sevincini hayal etmek…
Otobüse,
vapura filan binerken bebek arabasını tek başına taşıyan anneyi göz hapsine
alarak ilk el atan olmak…
Bazen
mahallenin delisi olmak pahasına bildiğini okumak… Ama ne yalan söyleyelim, o
bildiğini biraz da tersten okumak…
Geride
engelli bir insan dururken asansöre saldıranlara “cık cık” çekmekle yetinmeyip,
“Belki sadece bu tepkiden çekindikleri için bir daha yapmazlar” diyerek
‘bodyguard’ gibi ortaya atılmak…
Muhtemelen
kendi de zamanın behrinde öyle bir iş yaptığı için, kendine verilen her el
ilanını almak, uzaktaysa kalecileri aratmayan bir çeviklikle atlayıp ilan
dağıtanı şaşırtmak…
Kedi-köpek
kavgası ayırmaktan arkadaş barıştırmak için türlü tuzaklar hazırlamaya kadar
“maydanozluğu” bir yaşam tarzı haline getirmek…
Yaşlı
komşunun kapıya çıkardığı çöpü sessiz sedasız aşırmak…
Bunlar
ve yüzlerce türevi, çoğumuzun kopya çektiği küçük mutluluk nedenleri değil mi?
Vicdana
fön çekmek değil kastım. Bırakalım onu siyasetçiler yapsın. Ben beş dakika
sonra kendimizin de unuttuğu hafifleten naifliklerden bahsediyorum… İnsan
olduğumuzu, bir yürek taşıdığımızı hissettiren bir tatlı esintiden…
Bir
defasında Karşıyaka Çarşı’da o berbat müzik aletiyle Ahmet Kaya şarkısı çalan
bir çocuk görmüştüm. Hani o org ile flüt arasında olan, sanki enstrümanın burnu
tıkanmış gibi ses çıkaran plastik aletler var ya... 13-14 yaşlarında bir kız
çocuğu yaklaşıp, bizim ‘çeyrek sanatçının’ oturduğu kartonun yanına gıcır gıcır
bir mızıka bırakmıştı. İnsanın nasıl içi gitmesin!
Birinde
de hastaneye habere gitmiştim. 40 yaşında görünüp 10 yaş haliyle konuşan
adamlar vardır ya; öyle bir adam asansörlerin orada başka birini ikna etmeye
çalışıyordu: “Abi vallahi de billahi de fıkraları anlatmadan geri gitmem. Cavit
Amca’yı benden iyi mi bilecen? Bir sürü Laz fıkrası ezberledim. Ben anlatayım
bak, göreceksin her dediğinizi yapacak.”
Sonra
ayağı kırık bir güvercini, çocuğunu taşır gibi gözleri dolarak –büyük ihtimal-
veterinere taşıyan bir kadın…
Bunlara
benzer pek çok tanıklık, içimizden beceriksiz şiirler yazmamızı sağlamıyor mu
gerçekten? “Keşke yazabilseydim de, bu kadar çaresiz kalmasaydım” diyerek bir
iç çektirmiyor mu?
Bu
fotoğrafta anlatılan da, öyle bir çaresiz şiir işte. Yazılmamış. Yazılamamış.
Kilise Sokağı’nın kaldırımında yürüyen bir dalgın, başını penceresinin
demirlerine çarpmasın diye, o demire minik bir yastık yapmayı kim akıl edebilir
ki?
Bence
hala dünyadan umudu olanlar. “Şu mavi gezegen dönüp duruyorsa belki de sizin
yüzü suyu hürmetinize” dedirtenler…
*
“Ah,
kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya”
Gülten Akın/ İlkyaz
Burcu ne güzel yazmışsın gözlerim doldu okurken :) küçük şeyler nasıl mutlu ediyor insanı.. bazen yavaşlamalı, düşünmeli, böyle incelikler için vakit ayırmalı gerçekten. sağol hatırlattığın için..
YanıtlaSil