16 Kasım 2016 Çarşamba

Mavi


Bir Nisan günüydü. 

Bu fotoğraf için deklanşöre basıldığı gün yani. 

Çocukluğumun geçtiği yerlerde küçük bir gezintiyle başlamıştı her şey...

Direksiyonda babam, kız kardeşlerim ve annem. Henüz ekinlerin geniz yakmadığı serin bir yayla gününde hepimiz oraları ilk kez keşfetmişiz gibi yol alıyorduk. 

Sonra yamaç paraşütü yapılan alanı merak edeceğimiz tuttu. 

Oraya giden yolu tırmanırken, dikenli tellerle çevrilmiş özel bir arazinin orada, "Dur baba" dedim usulca. 

Sonra arabadan inip ardı ardına üç-dört kez fotoğraf makinesinin deklanşörüne bastım. 

Mavi, alacalı bir kuştu. 



O kadar güzeldi ki; fotoğrafın dolayımında görmeseniz, o ana çıplak gözle tanık olsanız nefesiniz kesilir. 

Çok zaman sonra uçmak aklına geldi de, birkaç kare de havalanırken çekebildim. 

Sonra çimento fabrikasının yemyeşil dağı nasıl hançerlediğine daha fazla dayanamayıp geri döndük. 

Ceviz ve dut ağaçlarının görkemli gölgelerinin vurduğu büyük balkonda çay içmek bizim köyde akşamüstü geleneğidir. Yanılmıyorsam onun öncesiydi...

Annem camın önünde durmuş, mırıldanıyordu. 

"Ne yapıyorsun? Hadi dışarı" dedim. 

"Dua ediyorum" dedi. 

"Neye?" diye sordum, çünkü her zaman bu soruya verecek anlamlı bir cevabı olur. 

"Mavi kuşa, hani kaçmadı ya. Sen kaç kere makineye bastın, ses çıktı silah sesi gibi, kaçmadı yavrum. İnşallah bir daha ses duyarsa kaçar."

"..."


****

O mavi kuşu hatırlayınca benim de boğazım düğümlendi o andan sonra. 

Bir de eşsiz bir miras devraldım galiba...

Bir insanın ancak kendi yüreğini kazarak derinleşebileceğini öğrendim. Acı ihtiva etmesi normal tabii böyle bir eylemin. 

Bir annenin bir minik mavi kuş fotoğraf makinesinin sesinden kaçmıyor diye onun için kaygılanabileceğini, kaçsın diye dilekler dileyebileceğini gördüm çünkü. 

Sonra Anadolu'da annem gibi binlerce kadının olduğunu bildim, sezdim, mutlandım. 

Sadece insan yavrularını değil; hayvan yavrularını da koruyan, kendini tüm doğanın annesi, doğayı ise tüm benliğinin doğurucusu olarak gören milyonlarca kadının buralarda sesinin yankılandığını duydum. 

Filizleri boşu boşuna koparan torununu azarlayan nineleri, en korkunç yılan için bile "Sen ondan kaçmadan o senden kaçar, asıl korkacağın insandır" diyen ırgat kadınları, evladını emzirir gibi çiçek sulayan neşeli komşuları. 

****

Bu böyle... Kadim zamanların Umay Ana'sından bu yana. Hani bebeklerin, doğmamış bebeklerin, hamilelerin, kurdun kuşun koruyucusu. 

Yeryüzü tanrıçası olduğu rivayet edilen... Şefkat, rahim gibi pek çok anlama gelen...

Hani bazı söylencelerde Huma Kuşu'na dönüşen, yükseklerden seslenen...

Kaçmayan, meydan okuyan...

Belki de o mavi kuş gibi kaçmazsa başına kötü bir şey gelmesin diye adına dilekler dilenen...

****

Birkaç Nisan geçti...

Kavurucu bir Haziran günüydü. 


Bu fotoğraf için, başka birinin deklanşöre bastığı gün yani. 

Umay Ana'nın gözyaşları Antalya Adrasan'daki o yangını söndürüp bebe serçeleri, kaplumbağaları ve bilcümle varlığı korumaya yetmemişti. 




Belki artık eski yakıcılığında değil bu yangın karesi. 

Ancak insan yavrusundan çiçek tomurcuğuna kadar ne varsa korumayı bilenlerde, o fotoğrafın tarifsiz acısı küllenmedi. 

"Bir yangın gözyaşlarıyla söner mi?" diye sormadan, yüreği yeryüzündeki tüm yavruların anası gibi çarpan kadınlar hala o serçeyi kurtarıyor rüyalarında... 

O yüzdendir ki bin yıllardır en çok kadınlar umut etmekten vazgeçmiyorlar. Tüm karanlıklar bedenleri üzerinden sınansa da...

Umay Ana gibi, kaçmıyorlar, meydan okuyorlar. 

Bir serçe daha donmasın alevlerde diye... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder