Gecenin bir yarısı. Üst katlarda bir yerden gelen müzik sesi
uykuya tek engel ancak ezgi o kadar içli ve bir o kadar da güzel ki insan
kızamıyor. İsmi ne bu şarkının? Çok tanıdık ama sözleri de anlaşılamıyor ki.
Kulağıma ulaşan o duru, hüzünlü kadın sesi, o sese çok yakışan akordeon
geçişleri... Tek bildiğim bu.
Kayıp bir şarkıyı bulup dinlemek dünyada edinilen en güzel
“mülk” sanırım. Sahip olmak için sadece hissetmek gerekiyor. Hissetmek için de
baştan sona dinlemek. Sözleri bir seçebilsem olacak, bulacağım ama yok.
En iyisi akılda kaldığı kadarıyla mırıldanıp bir ses kaydı
almak.
Bunları düşünürken şarkı üçüncü kez çalıyor. Dinleyen her
kimse belli ki o sekizinci notayı bulmuş, yetmiyor bir keşif. Defalarca
döndürüyor. Demin kızan ben, “Keşke sesini biraz daha açsa da sözlerini
anlayabilsem” demeye başlıyorum. O saatte kapıları çalmak mı? Delirdim
herhalde...
Dinleyenin kimi düşünerek hüzünlendiğini bilmiyorum ama
benim aklıma nedense “o çocuk” geliyor.
Biliyorum çok klişe ama öyle: boğazımı(zı) düğümleyen,
nutkumuzu tutan tam da o “fotoğraflarda kalan 19 yaş gülüşü”. Öyle mahcup, öyle
sıcak, öyle güzel.
Müziğin, sözün biçareliğini ortaya koymak için icat
edildiğini düşünüyorum o sıra. Bu topraklarda insanların göçenin ardından
ağlayışına neden ezgileri ortak ettiğini, ağıt denen şeyin neden var olduğunu
da...
Annesi Emel, babası Şahap Korkmaz’ın hastane duvarının
önünde acı haberi aldıklarında objektife yansıyan acıları gecenin karanlığına
karışırken, 38 gün umutla bekledikten sonra çocuklarını kan uykusuna teslim
edenlerin o tarifsiz sızısı elektrik akımı gibi yüreği kapladıktan sonra mümkün
mü uyumak? Hatırlayışla birlikte unuttuğunu da hatırlamanın verdiği utançla...
Şarkı dönüyor durmadan...
Ertesi gün uzun çabalamalar, elde acemice mırıldanılmış
nakarat ezgisiyle şarkının izini bulmaya çalışmalar, hemen herkesten “Çok
duyuyorum son günlerde, dilimin ucunda ama çıkaramıyorum”lar.
En sonunda bulunuyor. Grup Abdal’dan Mağusa Limanı. Hani şu
solisti Burcu Sarak, Gezi protestolarında gözaltına alınmaya çalışılırken
itiraz eden annesini de zorla götürdükleri...
Asıl şaşkınlığı ilk videoyu açtığımda yaşıyorum. “Uyan Ali’m
uyan/ Uyanmaz oldun/ Yedi bıçak yarasına dayanmaz oldun” sözleri Ali İsmail’in
fotoğrafları eşliğinde ağlıyor. Yedi nota utanıyor, sekizinci şu an en büyük
mülkümüzün “acı” olduğunu söylüyor. Ve öfke... Ve direnç...
O gülüşündeki mahcubiyet mi Ali İsmail? Yoksa çocukluğunu
yeni geride bırakmışlığın eşsiz masumiyeti mi? Hani internette dolaşan
videolardan birinde –şu yemek yediğin- arkadaşın diyor ya, “Bir şeyler söyler
misin?” Mahcup sesin duyuluyor sonra, “Ne söyleyeyim?”
Ne söyleyeyim canım kardeşim? Senin yüzüne canavarca inen
tekmelerin sahipleri, insan konserveleri, nasıl uyuyorlar, yemek yiyorlar?
Sana kıyanların bir zaman bebek olduğunu, “beşiklere
belendiğini”, saçlarında bir annenin elinin gezindiğini, güldüğünü kim düşünür?
Çocukluğunu hayal edemediklerin mi bu kadar canavarlaşır?
Senin gülüşün bizi neden paramparça etti? İnsanın ağlayışı
büyür, değişir. Öfkesi yaş aldıkça biçim değiştirir. Gülüş Ali, gülüş galiba
hep çocuk kalır. Senin gibi...
O yüzden güzel insanların gülüşü bu kadar ağlatır.
Katillerin adil olduğunu söylediği bir kavurucu iklimde su
serpti yüz binleriniz yüreğimize. Sen, Ethem, Mehmet ve Abdullah. Utanca
dönüşmeyecek bir bellek bıraktınız gülüşlerinizle.
Çocukluğundan öpüyoruz kardeşim.
Şimdi sana hoşça kal mı desem, güle güle mi, uğurlar olsun
mu?
Hepsi çok anlamsız Ali. Hepsi çok anlamsız.
Bizimle kalın. Gülüşünüzü unutmayalım, bir kez daha
utanmayalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder